1. | Cover Page I (60 accesses) |
REVIEW | |
2. | Assessment of Ferroptotic Cell Death and Related Treatment Targets in Neuroblastoma Gamze Sanlav, Zekiye Altun, Nur Olgun doi: 10.4274/anatoljmed.2023.34321 Pages 125 - 132 (91 accesses) Ferroptoz, hücre içi redoks hemostazındaki dengesizlik nedeniyle ortaya çıkan, demire bağımlı, apoptotik olmayan, programlanmış bir hücre ölümü şekli olarak tanımlanır. Son zamanlarda ferroptoz kanser araştırmalarında dikkat çekmiş ve birçok onkojenik yolda rol oynadığı gösterilmiştir. Çalışmalar, artan hücre içi reaktif oksijen türlerinin seviyelerinin, ferroptotik hücre ölümündeki rolü nedeniyle tümör oluşumu, anjiyogenez, invazyon, metastaz ve kemorezistans gibi onkojenik süreçlerde kritik rollere sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Nöroblastom çocuklarda en sık görülen ekstrakraniyal solid tümördür ve tüm pediyatrik kanserlerin %8-10’unu, bebeklik çağının malign hastalıklarının ise 1/3’ünü oluşturur. Tüm kanser türlerinde görüldüğü gibi nöroblastomda da kemorezistansın gelişmesi tedavi başarısını ciddi şekilde etkilemektedir. Nöroblastomda kemoterapiye toleransın, ekzojen savunma genlerinin indüksiyonu ve ferroptoz duyarlılığı biyobelirteçlerinin azalmasıyla ilişkili olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle, ferroptozun kanser tedavisinde ilaçla hedeflenebilir bir etken olması muhtemeldir. Bu derlemede ferroptoz ve nöroblastom ile ilgili bugüne kadar yapılan çalışmalar gözden geçirilmiş ve literatür verileri nöroblastomdaki ferroptotik mekanizmalar ve potansiyel tedavi hedefleri açısından değerlendirilmiştir. Ferroptosis is defined as an iron-dependent, non-apoptotic programed cell death modality that occurs due to an imbalance of intracellular redox hemostasis. Recently, ferroptosis has attracted attention in cancer research and has been shown to play a role in numerous oncogenic pathways. Studies have revealed that increased levels of intracellular reactive oxygen species play critical roles in oncogenic processes such as tumorigenesis, angiogenesis, invasion, metastasis, and chemoresistance because of their role in ferroptotic cell death. Neuroblastoma is the most common extracranial solid tumor in children and represents 8-10% of all pediatric cancers and 1/3 of all malign diseases of infancy. As seen in all types of cancers, the development of chemoresistance seriously affects the success of neuroblastoma treatment. Tolerance to chemotherapy in neuroblastoma was associated with the induction of exogenous defense genes and reduction of ferroptosis susceptibility biomarkers. Therefore, ferroptosis is a potential druggable driver in cancer treatment. In this review, studies associated with ferroptosis and neuroblastoma to date were reviewed and literature data were assessed in terms of ferroptotic mechanisms in neuroblastoma and potential treatment targets. |
3. | Hyperbaric Oxygen Therapy in Crush Injuries and Compartment Syndrome Figen Aydın, Ahmet Kaya doi: 10.4274/anatoljmed.2023.65642 Pages 133 - 141 (107 accesses) Hiperbarik oksijen (HBO) tedavisi, tamamen kapalı tek ya da çok kişilik basınç odalarında, (1 atmosphere absolute =760 mmHg) daha yüksek basınçlarda, maske, başlık, endotrakeal tüp ya da ortamdan %100 oksijen solutulması esasına dayalı medikal bir tedavi yöntemidir. HBO tedavisinin en sık kullanıldığı durumlar karbonmonoksit zehirlenmesi ve dekompresyon hastalığıdır. Bununla birlikre crush yaralanma ve kompartman sendromu gibi doku hipoksisine neden olan akut travmatik iskemiler de HBO tedavisinin etkin olarak kullanıldığı durumlar arasındadır. Bu derlemede HBO tedavisi hakkında genel bilgilerin ve crush yaralanması ve kompartman sendromlarında kullanımına ait bilgilerin paylaşılması amaçlanmıştır. Bu sayede HBO tedavisinin gerekli cerrahi ve medikal tedavilerle birlikte kullanıldığında morbidite ve mortaliteyi azaltmadaki rolü vurgulanmıştır. Hyperbaric oxygen (HBO) therapy is a medical treatment method based on breathing 100% oxygen from a mask, hood placed over the head, endotracheal tube, or space at pressures higher than (1 atmosphere absolute =760 mmHg) in completely closed single or multi-person hyperbaric chambers. The most common emergencies in which HBO therapy is used are carbon monoxide poisoning and decompression sickness. However, acute traumatic ischemias such as crush injury and compartment syndrome that cause tissue hypoxia are among the indications for effective HBO therapy. This review aims to share general information about HBO therapy and its use in crush injury and compartment syndromes. Thus, the role of HBO therapy in reducing morbidity and mortality when used together with necessary surgical and medical treatments has been emphasized. |
CLINICAL RESEARCH | |
4. | Assessment of Female Researchers Presented as First Author or Senior Author in the 100 Most Cited Articles in Intensive Care Literature Özlem Öner, Volkan Hancı doi: 10.4274/anatoljmed.2023.48753 Pages 142 - 147 (84 accesses) Amaç: En çok atıf yapılan ilk 100 makaledeki ilk kadın yazar ve kıdemli yazar oranını değerlendirerek, yoğun bakım araştırmalarında yazarlar arasındaki kadın cinsiyet oranını ve rol oynayan potansiyel mekanizmaları tespit etmeyi hedeflemiş bulunmaktayız. Yöntem: Web of Science arama motorunda “SU=CRITICAL CARE OR WC=CRITICAL CARE” arama anahtarını yazarak ve gelişmiş modda; Uluslararası literatürde yoğun bakım alanında yazılmış en çok atıf alan ilk 100 araştırma makalesi ve bu ilk 100 makaledeki ilk ve kıdemli yazarda kadın cinsiyet oranını araştırıldı. Bulgular: En çok atıf alan ilk 100 makalenin, ilk isimleri ve son isimleri cinsiyet açısından incelendiğinde, ilk isimde kadın yazar oranı %16 olarak bulundu. İlk isim yazarın kadın yazar sayısının en fazla olduğu ülke Amerika Birleşik Devletleri oldu. Analizde ilk ismin cinsiyeti ile son ismin cinsiyeti arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı (p=0,327). Buna karşı ilk yazarın cinsiyeti ile makalenin yayınlandığı dergi ve makalenin yayınlandığı derginin ülkesi arasında anlamlı bir ilişki bulundu (p=0,021, p=0,032). Sonuç: Yoğun bakım alanındaki bilimsel faaliyetler ve akademik liderlik pozisyonları, makale yazarlığı açısından değerlendirildiğinde cinsiyet eşitsizlikleri tespit edilmiştir. Yoğun bakım alanında uluslararası literatürde kadın cinsiyeti yeterince temsil edilmemektedir. Objective: To present potential mechanisms for female authorship in intensive care research by evaluating the ratio of female first author to senior author in the top 100 most cited articles. Methods: In the Web of Science search engine, by typing the search key “SU=CRITICAL CARE OR WC=CRITICAL CARE” and in advanced mode; to investigate the female sex ratio in the first and senior author in the top 100 most cited research articles in the international literature written in the field of intensive care. Results: When the first 100 most cited articles were analyzed regarding the first name and last name gender difference, the rate of first name female authors was 16%. The country with the highest number of female authors writing first names was the United States. In the analysis, when the gender of the first name and the gender of the last name was evaluated, no statistically significant relationship was found between them (p=0.327). A statistically significant difference was found between the gender of the first author and the journal in which the article was published (p=0.021). A significant relationship was found between the gender of the first name and the country of the journal in which the article was published (p=0.032). Conclusion: When evaluated in terms of article authorship, gender inequalities were identified in scientific activities and academic leadership positions in intensive care. Female gender is underrepresented in the international literature in the field of intensive care. |
5. | Comparison of Mechanical Thrombectomy Outcomes Before and During COVID-19 Pandemic Ahmet Ergin Çapar, Gözde Sercan Bıtrak, Demet Funda Baş, Orkun Sarıoğlu, Kebire Eylül Arslan, Görkem Atasoy, Şükran Köse, Ufuk Şener, Ümit Belet doi: 10.4274/anatoljmed.2023.93609 Pages 148 - 152 (92 accesses) Amaç: Pandeminin akut inmede mekanik trombektomi (MT) yönetimi üzerindeki yansımasını değerlendirmektir. Yöntem: Kliniğimizde MT uygulanan 100 akut iskemik inme hastası retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar, Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) pandemisinden önce trombektomi geçirenler (grup 1, 1 Mart 2019-29 Şubat 2020) ve COVID-19 pandemi döneminde trombektomi geçirenler (grup 2, 1 Mart 2020-1 Mart 2021) olmak üzere iki gruba ayrıldı. İnme tanıları manyetik rezonans görüntüleme ve bilgisayarlı tomografi ile doğrulandı. Demografik, klinik ve laboratuvar verileri kaydedildi. İstatistiksel analiz için SPSS sürüm 26,0 kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya her biri 50 hastadan oluşan toplam 100 hasta dahil edildi. Demografik veriler ve risk faktörleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmedi. Ancak, semptom başlangıcından kasık ponksiyonuna kadar geçen süre pandemi döneminde önemli ölçüde daha uzundu (p=0,001). Kasık ponksiyonundan yeniden kan akışının sağlanmasına kadar geçen süre (p=0,251), yeniden kan akışının sağlanma oranları (p=0,806) ve geçiş sayıları (p=0,889) açısından anlamlı bir fark gözlenmedi. Ek olarak, pandemi öncesi ve sonrası gruplar arasında intrakraniyal kanama sıklığı (p=0,501), komplikasyonlar (p=0,153) ve trombektomi sonrası dekompresyon (p=0,538) açısından fark yoktu. Üç ay sonraki modifiye Rankin skorları da iki grup arasında benzerdi (p=0,316). Sonuç: Pandemi döneminde MT uygulanan akut iskemik inme hastalarında semptom başlangıcından işlemin gerçekleştirilmesine kadar geçen süre uzamıştır. Ancak, merkezimizde pandemi öncesi ve sonrası trombektomi prosedürel bulguları ve sonuçları açısından önemli bir değişiklik olmamıştır. Objective: To evaluate the reflection of the pandemic on the management of acute stroke mechanical thrombectomy (MT). Methods: We retrospectively evaluated 100 acute ischemic stroke patients between March 1, 2019-Februray 29, 2020, and between March 1, 2020-March 1, 2021, who underwent (MT) at our institute. Patients were divided into two groups as those who underwent thrombectomy before the Coronavirus disease-2019 (COVID-19) pandemic (group 1) and those who underwent thrombectomy during the period of COVID-19 pandemic (group 2). All the diagnosis of stroke patients was confirmed by magnetic resonance imaging and computed tomography. Demographics, clinical and laboratory data were recorded. The SPSS version 26.0 was used for statistical analysis. Results: A total of 100 patients, 50 before and 50 after the pandemic, were included in the study. No statistically significant difference was observed between the groups in terms of demographic data and risk factors. The time from symptom onset to groin puncture was significantly longer during the pandemic period than before (p=0.001). No significant difference was observed in the time from groin puncture to recanalization (p=0.251), recanalization rates (p=0.806) and the number of passes (p=0.889). There was no difference between the pre-pandemic and post-pandemic groups in terms of the frequency of intracranial hemorrhage (p=0.501), complication (p=0.153) and decompression (p=0.538) after thrombectomy. The modified Rankin scores scores at 3 months were similar (p=0.316). Conclusion: As a result, the time from symptom to procedure is prolonged in acute ischemic stroke patients who underwent MT in our center during the pandemic period. In the respect of procedural findings and outcomes of thrombectomy before and during pandemic, there had been no significant change at our center. |
6. | Is Axillary Reverse Mapping Oncologically Safe in Breast Cancer Surgery? Mahmut Onur Kültüroğlu, Ahmet Karayiğit, Bülent Aksel, Lütfi Doğan, Niyazi Karaman, Zarife Melda Bulut, Cihangir Özaslan, İsmail Bahadır Çetin, Ali Uğur Berberoğlu doi: 10.4274/anatoljmed.2023.76486 Pages 153 - 158 (93 accesses) Amaç: Aksiller ters haritalama lenfödemi önlemek için tarif edilmiştir. Bu çalışma, tümör özellikleri ve diğer faktörler açısından aksiller ters haritalamanın onkolojik güvenliğini araştırmayı amaçlamaktadır. Yöntem: Çalışmaya meme kanseri tanısı ile mastektomi veya meme koruyucu cerrahi uygulanan ve klinik olarak aksiller pozitif hastalık nedeniyle aksiller ters haritalama uygulanan 81 hasta dahil edildi. Bulgular: Yirmi altı hastada (%32) aksiller ters haritalama lenf nodu (ATHLN) bulunamadı. ATHLN 55 hastanın, 19’u (%34) malign, 36’sı (%66) benigndi. ATHLN sayısı ile disseke edilen lenf nodu sayısı arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulundu (p=0,004). Disseke edilen ATHLN’nin boyutu ne kadar büyükse, lenf nodlarının malign olma olasılığı da o kadar yüksektir (p=0,001). Sonuç: ATHLN malignitesi açısından, hastaların aksiller yükünün fazla olması, intraoperatif olarak seviye III diseksiyon yapılması, aksiller lenf nodu diseksiyonu (ALND) ile 20’den fazla lenf nodu rezeksiyonu yapılması, ekstrakapsüler invazyonun olması ve ATHLN’leri 1 cm’den büyük olmasının malignite ile istatistiksel olarak anlamlı bir bağlantısı vardır. Çalışmamız, koltuk altı yükü ne kadar yüksekse, ATHLN’nin malign olma ihtimalinin o kadar yüksek olduğunu ve korunmasının daha az güvenli olduğunu ileri sürüyor. Objective: Axillary reverse mapping (ARM) has been described to protect against lymphedema. This study aimed to explore the oncological safety of ARM in terms of tumor characteristics and other factors. Methods: The study included 81 patients who received mastectomy or breast-conserving surgery for diagnosis of breast cancer and undergo ARM as clinically axillary positive disease. Results: No axillary reverse mapping lymph node (ARMLN) was found for 26 patients (32%). Of the 55 patients with ARMLN, 19 (34%) were malignant and 36 (66%) were benign. A statistically significant relationship was found between ARMLN and the number of lymph nodes dissected (p=0.004). The larger the size of ARMLN dissected, the more likely it is that the lymph nodes will be malignant (p=0.001). Conclusion: Our study suggests that the higher the axillary burden, the more likely it is for ARMLN to be malignant and the less safe its preservation. Additional randomized prospective studies with a focus on patient survival time and recurrence are warranted to verify the potential feasibility of the ARM technique and confirm the reliability of the reported protocols. |
7. | COVID-19 and Patients with Muscular Dystrophy: How Did the Pandemic Affect Patients and Their Medical Care? Göksel Tanıgör, Filiz Meryem Sertpoyraz, Murat Yıldırım Kale, Bakiye Tunçay, Figen Baydan doi: 10.4274/anatoljmed.2023.23911 Pages 159 - 165 (89 accesses) Amaç: Bu çalışma, düzenli hastaneye yatış ve takip gerektiren musküler distrofi hastalarında Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) ile ilgili sokağa çıkma kısıtlamalarının ve pandeminin etkilerini araştırmayı amaçladı. Ayrıca bu etkiler üzerinde “COVID-19 korkusu”nun etkisi de ölçüldü. Yöntem: Nöromusküler hastalıklar üçüncü basamak kliniğine başvuran 105 musküler distrofi hastası değerlendirildi. Hastaların sosyo-demografik ve klinik özellikleri kayıt altına alınarak, “COVID-19 korku ölçeği” ile COVID-19 korkuları değerlendirildi, pandemi ve karantina sürecinde karşılaştıkları sorunlar sorgulandı. Bulgular: Hastaların sağlık hizmetlerine erişiminde, fizik tedavi/rehabilitasyonda önemli kısıtlamalar olduğu, fiziksel aktivite ve sosyal aktivitelerinde azalma olduğu saptandı. Üstelik pandeminin getirdiği değişikliklerle hastalıklarının kötüleştiğini sübjektif olarak belirtmişlerdir. Bu kısıtlamaların COVID-19 seviyelerinden duydukları korku ile ilişkili olduğu bulundu. Sonuç: Musküler distrofili hastaların fiziksel aktivitelerinde değişiklik, rehabilitasyona katılım, sağlık hizmetlerine ulaşmada sorunlar ve sosyal sorunlar yaşadıkları saptanmıştır. Bu sorunların COVID-19 korkularıyla ilişkili olduğu tespit edildi. Bu hastalar için sağlık ve tedavilere rutin erişimleri çok önemli olduğundan, hem hastalar hem de sağlık çalışanları kısıtlamaların olası zararlarını ve korkularını akılda tutmalı ve optimal çözümler için çaba göstermelidir. Objective: This study investigated the effects of Coronavirus disease-2019 (COVID-19) related lockdowns and the pandemic in patients with muscular dystrophy who require regular hospital admissions and follow-ups. Moreover, the effects of “fear of COVID-19” on these effects were also measured. Methods: One hundred and five muscular dystrophy patients who were admitted to the neuromuscular diseases tertiary care clinic were evaluated. The patients’ socio-demographic and clinical characteristics were recorded, and their fear of COVID-19 was assessed using the “fear of COVID-19 scale”, and they were asked about the problems they encountered during the pandemic and lockdowns. Results: We found that the patients had major restrictions in their access to healthcare, physical therapy/rehabilitation, and reduced physical and social activities. Moreover, they subjectively stated that their disease worsened with the pandemic. These restrictions were found to correlate with their fear of COVID-19 levels. Conclusion: Patients with muscular dystrophy were found to have changes in their physical activity, participation in rehabilitation, problems with reaching healthcare services, and social problems. These problems were associated with their fear of COVID-19. As routine access to healthcare and therapies is crucial for these patients, both patients and health professionals should keep the potential harm of restrictions and fear in mind and strive for optimal solutions. |
8. | Suicide Attempts Evaluated in the Emergency Department Hasan İdil, Necmiye Yalçın Ocak, Didem Avcı Dönmez doi: 10.4274/anatoljmed.2023.52464 Pages 166 - 170 (86 accesses) Amaç: Özkıyım girişimi ve ilişkili süreçler dünya genelinde önemli bir sorundur. Özkıyım girişimi olan hastaların ilk değerlendirmesi genellikle acil servislerde yapılmaktadır. Çalışmada, bu olguların karakteristik özelliklerinin incelenmesi amaçlandı. Yöntem: Araştırma kapsamlı kentsel bir hastanesinin acil servisinde bir yıllık bir periyotta özkıyım girişimi sebebiyle değerlendirilen 18 yaş ve üstündeki hastalar ile gerçekleştirildi. Olgulara ait veriler hastane elektronik medikal kayıt sistemi üzerinden geriye dönük olarak tarandı. Her bir hasta hakkında elde edilen veriler olgu rapor formlarına sistematik olarak kaydedildi ve çalışma sonunda analiz edildi. Bulgular: Araştırmada yaş ortalaması 30 (çeyrekler arası aralık: 22-37) olan toplam 241 intihar girişimi olgusu incelendi ve bunların 167’si (%69,3) kadındı. Hastalardan 170’i (%70,5) 18-35 yaş aralığındaydı ve 113’ünün (%46,9) ilköğretim düzeyinde eğitimi vardı. İntihar girişimlerinin %81,7’si aşırı dozda çoklu ilaç kullanımı şeklinde kendini zehirleme idi. Başvuruların 100’ünün (%41,5) 18: 00 ile 00: 00 saatleri arasında yapıldığı tespit edildi. Hastalardan 142’si (%58,9) acil servis izlemi sonrasında taburcu edildi. Önerilen tedavileri reddeden 67 (%27,8) hastanın acil servis takibi tamamlanamadı. Geriye kalan hastalardan 15’i (%6,2) yoğun bakıma ve 14’ü (%5,8) yataklı servise nakledildi. Özkıyım girişimi sonrası hayatını kaybeden (özkıyım eylemi gerçekleşen) toplam 3 (%1,3) hasta aşı yöntemini kullanan erkek hastalar idi. Sonuç: Özkıyım girişiminde bulunan hastaların çoğunluğunu yüksek dozda ilaç içen ilköğretim mezunu genç kadınlar oluşturmaktadır. İntihar girişimlerinin çoğu başarısız olmakta ancak aşı yöntemini kullananlarda mortalite oldukça yüksektir. Özkıyım girişiminde bulunan hastalar takipleri tamamlanmadan acil servisi terk etme eğiliminde olduklarından buna yönelik önlemler alınmalıdır. Objective: Suicide attempts and related processes are a serious problem worldwide. Initial evaluation of patients who have attempted suicide is usually performed in the emergency department (ED). In this study, we examined the characteristic features of these cases. Methods: The study was conducted with patients aged 18 years who were evaluated for suicide attempt over a one-year period in the ED of a comprehensive urban hospital. The data of the cases were retrospectively scanned through the electronic medical record system. The data obtained for each patient were systematically recorded in report forms and analyzed at the end of the study. Results: In the study, 241 suicide attempt cases with a mean age of 30 (interquartile range: 22-37) were examined, and 167 (69.3%) of them were women. Of the patients, 170 (70.5%) were between the ages of 18 and 35, and 113 (46.9%) had primary education. Of the suicide attempts, 81.7% were self-poisoning with multiple drug ingestion. It was determined that 41.5% of the applications were made between 18: 00 and 00: 00. Of the patients, 142 (58.9%) were discharged after ED follow-up. ED follow-up could not be completed for 67 (27.8%) patients who refused treatment. Of the remaining patients, 15 (6.2%) were transferred to the intensive care unit and 14 (5.8%) to the inpatient service. A total of 3 (1.3%) patients who died after a suicide attempt were male and used the hanging method. Conclusion: Most patients who attempted suicide were young women who were primary school graduates and poisoned by ingesting multiple drugs. Most suicide attempts are unsuccessful, but mortality is quite high in those who use the hanging method. Because patients who attempt suicide tend to leave the ED before their follow-up is completed, precautions should be taken. |
9. | Evaluation of Elastic Stiffness and Tendon Thickness in the Quadriceps Tendon in Patients Undergoing Chronic Hemodialysis Elçin Aydın, Sedit Kıvanç Muratlı, Ayşe Gül Temizkan Kırkayak, Mustafa Agah Tekindal, Muhteşem Ağıldere doi: 10.4274/anatoljmed.2024.03780 Pages 171 - 176 (72 accesses) Amaç: Kuadriseps tendonunun spontan rüptürü, kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda sağlıklı popülasyona göre daha yaygındır. Tekrarlayan mikrotravmalar, hipoksi, hiperparatiroidizm ve kronik asidoz spontan rüptür için predispozan faktörlerden bazılarıdır. Bu çalışmanın amacı kronik böbrek yetmezliği nedeniyle diyaliz programına alınmış olan hastalarda kuadriseps tendonunun kalınlığını ve sonoelastografik bulgularını değerlendirmektir. Yöntem: Diyaliz programına giren kronik böbrek yetmezliği olan rastgele seçilmiş 40 hasta [24 erkek, 16 kadın; ort [±(standart sapma (SS] yaş: 58,18±14,41 yıl (dağılım: 24-75)] ve 32 sağlıklı gönüllü [10 erkek, 22 kadın; ort (± SS) yaş: 54,72±13,84 (dağılım: 31-74)] çalışmaya dahil edildi. Kuadriseps tendon kalınlığı ve gerinim elastografisi ölçümleri tüm deneklerin sağ dizlerinde gerçekleştirilmiştir. Gerinim oranının ölçümü için, patellar insersiyon alanının 1 cm proksimalindeki tendon üzerine (ROI A) ve prefemoral yağ alanına (ROI B) iki ROI yerleştirildi. Bulgular: Ortalama kuadriseps tendon kalınlığı değerleri kronik böbrek yetmezliği olan hasta grubunda 6,55±1,77 mm (dağılım: 3,8-9,4 mm) ve kontrol grubunda 5,81±0,93 mm (dağılım: 4,3-8,3 mm) idi. Kuadriseps tendonları hasta grubunda anlamlı olarak daha kalındı (p=0,03). Ortalama elastisite skorları kronik böbrek yetmezliği olan hasta grubunda 6,88±15,82 iken kontrol grubunda 8,49±15,07 idi. Ortalama strain elastografi değerleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermedi (p=0,66). Sonuç: Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında kuadriseps tendon kalınlığındaki artış istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olamakla birlikte, sonoelastografik bulgularda iki grup arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır. Objective: Spontaneous rupture of the quadriceps tendon is more common in patients with chronic renal failure than in the healthy population. Recurrent microtrauma, hypoxia, hyperparathyroidism, and chronic acidosis are some predisposing factors for spontaneous rupture. This study aimed to evaluate tendon thickness and sonoelastography findings of the quadriceps tendon in patients with chronic renal failure undergoing a dialysis program. Methods: Forty randomly allocated patients [24 male, 16 female; mean [± standard deviation (SD)] age: 58.18±14.41 years [range: 24-75] with chronic renal failure undergoing dialysis program, and 32 healthy volunteers 10 males, 22 females; mean age (± SD): 54.72±13.84 (range: 31-74)] were included. Measurements of quadriceps tendon thickness and strain elastography were performed in the right knees of all subjects. For the measurement of a strain ratio, two ROIs were placed on the tendon that was 1 cm proximal to the patellar insertion area (ROI A) and the prefemoral fat area (ROI B). Results: The mean quadriceps tendon thickness values were 6.55±1.77 mm (range: 3.8-9.4 mm) in the chronic renal failure group and 5.81±0.93 mm (range: 4.3-8.3 mm) in the control group. The quadriceps tendons were significantly thicker in the patient group (p=0.03). The mean elasticity scores were 6.88±15.82 in patients with chronic renal failure group and 8.49±15.07 in the control group. Mean strain elastography values showed no statistically significant difference (p=0.66). Conclusion: Compared with the control cases, the increase in the thickness of quadriceps tendons was found to be significant,but there was no significant difference in sonoelastography findings between the two groups. |
10. | Management of Urethral Stone Patients in An Endemic Region: A Single Center Experience Kamil Gökhan Şeker, Yusuf Arıkan, Yurdagül Çetin Şeker, Muammer Bozkurt, Ekrem Güner doi: 10.4274/anatoljmed.2024.99609 Pages 177 - 183 (86 accesses) Amaç: Üretra taşları tüm üriner sistem taşları arasında nadir görülür. Üretra taşlarının yönetimi ile ilgili literatürde sınırlı veri bulunmaktadır. Bu çalışmada üretra taşı tanısı alan hastalarla ilgili deneyimlerimizi literatür ışığında sunmayı amaçladık. Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2017-Aralık 2020 tarihleri arasında üretral taş tanısı konulan 24 ardışık hasta dahil edildi. Demografik veriler, klinik özellikler, primer tedavi yaklaşımları, peroperatif ve postoperatif veriler analiz edildi. Bulgular: Ortalama yaşı 44±20 yıl (2-73) olan 24 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların klinik prezentasyonu 14 (%58,3) hastada akut üriner retansiyon ve 10 (%41,6) hastada alt üriner sistem semptomları idi. En sık taş lokalizasyonu 13 (%54,2) hastada posterior üretra ve 11 (%45,8) hastada anterior üretra idi. Ortalama taş boyutu 10±3 (5-15) mm idi. On dört hastada daha önce geçirilmiş taş cerrahisi veya taş düşürme öyküsü vardı. İki hastaya internal üretrotomi ve bir hastaya eş zamanlı sistolitotripsi uygulandı. Cerrahi başarı taşsızlık oranı (SFR) %100 idi. Sonuç: Üretra taşları üroloji pratiğinde nadiren görülmektedir. Üretra taşlarının yönetimi belirsizdir ve kişisel deneyime bağlıdır. Üretral mukozaya minimal hasar veren minimal invaziv URS ile birlikte holimum lazer litotripsi ilk seçenek olarak düşünülmelidir. Objective: Urethral stones are rare among all urinary system stones. There is limited data in the literature on the management of urethral stones. In this study, we aimed to present our experience of patients diagnosed with urethral stone in the light of the literature. Methods: This retrospective study included 24 consecutive patients diagnosed with urethral stone between January 2017 and December 2020. Demographic data, clinical features, primary treatment approaches, peroperative and postoperative data were analysed. Results: Twenty-four patients with a mean age of 44±20 years (2-73) were included in the study. The clinical presentation of the patients was acute urinary retention in 14 (58.3%) patients and lower urinary tract symptoms in 10 (41.6%) patients. The most common stone location was posterior urethra in 13 (54.2%) patients and anterior urethra in 11 (45.8%) patients. The mean stone size was 10±3 (5-15) mm. Fourteen patients had a history of previous stone surgery or stone expulsion. Two patients underwent internal urethrotomy and one patient underwent cystolithotripsy simultaneously. Surgical success stone-free rate (SFR) was 100%. Conclusion: Urethral stones are rarely seen in urological practice. The management of urethral stone is uncertain and depends on personal experience. Holimum laser lithotripsy with URS which is minimally invasive with minimal damage to the urethral mucosa, should be considered as the first choice. |
11. | Analysis of Scientific Videos Explaining Continuous Renal Replacement Therapies Applied in Intensive Care Units on YouTube Channel Özlem Öner, Volkan Hancı doi: 10.4274/anatoljmed.2024.13285 Pages 184 - 193 (87 accesses) Amaç: Sürekli renal replasman tedavisi (CRRT), yoğun bakım hastalarında hemodiyaliz seçenekleri arasında kritik bir alternatiftir. Sağlık çalışanları sosyal medyayı kullanarak sağlıkla ilgili bilgilere erişim sağlamaktadır. Bu çalışmadaki amacımız, uluslararası video paylaşım sitesi YouTube’daki sunumlarının doğruluğunu ve etkinliğini araştırmaktır. Yöntem: 21-22 Nisan 2022 tarihlerinde “www.YouTube.com” internet sitesinde herhangi bir filtresiz “sürekli renal replasman tedavisi” tarama anahtarı kullanılarak video taraması yapılmıştır. Yoğun bakımda çekilen ilk 100 CRRT videosu listelendi. Görüntülenme, beğeni, beğenmeme, yorum, yüklenen kaynak, kaynak ülke ve kıta sayıları belirlendi ve içerik analizleri yapıldı. Videoların kalitesi, güvenilirliği ve doğruluğu sırasıyla “global quality score” (GQS), “Journal of American Medical Association (JAMA) quality test” ve “Modified DISCERN” anketi ile belirlendi. Bulgular: Videoların kalitesi GQS puanı ile değerlendirildiğinde, GQS sonuçlarına göre videoların %81’i düşük, %16’sı orta ve %3’ü yüksek kalitede bulunmuştur. Videolar kaynağına göre incelendiğinde akademik kaynaklı videoların sadece %3’ünün yüksek nitelikli olduğu tespit edilmiştir. Videoların kaynağı ile kalite, güvenilirlik ve doğruluk ölçeği GQS (p=0,026), JAMA (p=0,010) ve modifiye DISCERN (p=0,003) ve sonuçları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu. Sonuç: Çalışmamız, yoğun bakım ünitelerinde CRRT uygulaması ile ilgili YouTube videolarının çoğunun kalitesiz ve yetersiz veri içerdiğini belirledi. Yüksek kaliteli videoların daha uzun ve akademik kaynaklı videolar olduğu tespit edildi. Bu nedenle, ücretsiz olarak sunulan YouTube videolarını öğretim materyali olarak kullanmak mümkündür. Ancak, düşük kaliteli veya hatalı videolar, kullanıcılara zarar verebileceğinden, eğitim ve öğretim materyali olarak kullanılmadan önce her zaman doğruluk ve güvenilirlik açısından kontrol edilmelidir. Objective: Continuous renal replacement therapy (CRRT) is a critical alternative among hemodialysis options in intensive care patients. Healthcare professionals provide access to health-related information using social media. Our aim in this study is to investigate the accuracy and effectiveness of their presentations on the international video sharing site YouTube. Methods: A video scan was performed on the “www.YouTube.com” website on 21-22 April 2022 using the “CRRT” scan key without any filter. The quality, reliability and accuracy of the videos was determined by the “global quality score” (GQS), “Journal of American Medical Association (JAMA) quality test” and “Modified DISCERN” questionnaire, respectively. Results: When the quality of the videos was evaluated with the GQS score, 81% of the videos were found to be low quality, 16% medium and 3% high quality according to the GQS results. When videos are analyzed according to their source, it has been determined that only 3% of the academically sourced videos are of high quality. Statistically significant correlation was found between the source of the videos and the results of the quality, reliability and accuracy scale GQS (p=0.026), JAMA (p=0.010), and modified DISCERN (p=0.003). Conclusion: Our study determined that most of the YouTube videos about CRRT application in intensive care units contain poor quality and insufficient data. High-quality videos were found to be longer and academically sourced videos. However, low quality or erroneous videos should always be checked for accuracy and reliability before being used as educational and training material, as they may harm users. |
12. | Risk Factors for Tuberculosis Co-infection in People Living with HIV: A Single-center Retrospective Cross-sectional Study İlkay Akbulut, İlker Ödemiş, Esra Duru Öz, Ferhat Demirci, Sabri Atalay doi: 10.4274/anatoljmed.2024.43153 Pages 194 - 200 (74 accesses) Amaç: Tüberküloz (TB), HIV ile yaşayan bireyler (PWH) arasında morbidite ve mortalitenin önde gelen nedenlerinden biridir. HIV ve TB birlikteliği birbirlerinin patojenitesini güçlendirir ve immünolojik fonksiyonları bozar. Bu çalışmanın amacı, merkezimizde HIV+TB birlikteliğini öngören biyopsikososyal risk faktörlerini analiz etmektir. Yöntem: Sağlık Bilimleri Üniversitesi, İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği’nde 2019-2022 arasında takipli PWH’lerin kayıtları kullanılarak kesitsel retrospektif bir kohort çalışması yürüttük. TB gelişmesine etki eden risk faktörlerinin incelenmesinde de lojistik regresyon analizi kullanıldı. Sonuçlar, p-değerinin 0,05’ten küçük olduğunda istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmadaki 73 HIV’le yaşayan bireyin 22’sinde (%30,1) TB birlikteliği mevcut olup yaş medyanı 40 (32-50) idi. Çok değişkenli lojistik regresyon analizinde başlangıç vücut kitle indeksi (VKİ) ve evde yaşayan kişi sayısının PWH’de TB ko-enfeksiyonu açısından bağımsız risk faktörleri olduğu belirlenmiştir. Başlangıç VKİ değerindeki her bir artışın 0,73 kat TB gelişmesini azalttığı görülürken (0,57-0,94, p=0,016), evde yaşayan kişi sayısındaki her bir kişilik artış TB gelişmesini 1,16 kat artırdığı görülmüştür (1,00-1,35, p=0,047). Sonuç: TB çeşitli sosyal faktörlerin belirlediği bir hastalıktır. Bu çalışma, belirli özelliklere sahip PWH’lerin TB geliştirme riskinin daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu yüzden HIV+TB birlikteliğini öngören risk faktörlerini belirlemek için çok merkezli çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Objective: Tuberculosis (TB) remains a leading cause of morbidity and mortality among people living with HIV (PWH). The coexistence of HIV and TB mutually enhances their pathogenicity and disrupts immunological functions. This study aims to analyze the biopsychosocial risk factors predicting HIV-TB co-infection in our center. Methods: A retrospective cross-sectional cohort study was conducted using the records of PWH followed between 2019 and 2022 at the Infectious Diseases and Clinical Microbiology Clinic of University of Health Sciences Turkey, İzmir Tepecik Education and Research Hospital. Logistic regression analysis was employed to examine factors influencing the development of TB. Results were considered statistically significant when the p-value was less than 0.05. Results: Among the 73 individuals living with HIV in the study, 22 (30.1%) had TB co-infection, with a median age of 40 years (32-50). Multivariate logistic regression analysis identified baseline BMI and the number of people living in the household as independent risk factors for TB co-infection in PWH. Each increase in baseline BMI was associated with a 0.73-times reduced risk of developing TB (0.57-0.94, p=0.016), while each additional person in the household increased the risk of TB co-infection by 1.16 times (1.00-1.35, p=0.047). Conclusion: TB is influenced by various social factors, and this study demonstrates that PWHs with specific characteristics are at a higher risk of TB coinfection. Therefore, multicenter studies are needed to identify the risk factors predicting HIV-TB co-infection. |
13. | Ethical Perspective on Planned Clinical Trials; Non-interventional Local Ethics Committee Observation İlkay Akbulut, Şükran Köse, Başak Göl Serin, Ferhat Demirci doi: 10.4274/anatoljmed.2024.88597 Pages 201 - 206 (105 accesses) Amaç: Klinik araştırmalar, tıbbi tedavilerin etkinliği ve güvenilirliğinin belirlenmesi için önemli bir araçtır. Bu çalışmalar, gönüllü katılımcıların dahil olduğu bilimsel çalışmaları kapsar ve etik kurulların denetimi altında yürütülür. Son yıllarda, klinik araştırmaları düzenleyen birçok yönetmelik ve kılavuz yayımlanmıştır, bu da araştırmaların etik standartlarını belirlemiştir. Yöntem: Bu çalışmada, Sağlık Bilimleri Üniversitesi, İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi İlaç Dışı Klinik Araştırmaları Etik Kurulu tarafından yapılan başvurular retrospektif olarak incelenmiştir. Etik kurula yapılan başvuruların genel özelliklerini, onaylanma ve reddedilme oranlarını, başvuruların incelenmesi sırasında sıkça karşılaşılan sorunları ve eleştirileri değerlendirilmiş ve veriler SPSS kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: İncelenen dosyaların çoğunun onay aldığı ancak önemli eleştirilere maruz kaldığı tespit edilmiştir. İncelenen 4 yıl boyunca etik kurula başvuran dosya sayısında ve onay alan dosya oranında her yıl artış olduğu belirlenmiştir. Başvuruların çoğunun tek merkezli çalışmalar olduğu, ancak bütçe taleplerinin az olduğu ve araştırmacıların bilimsel dayanaklarının yetersiz olduğu belirlenmiştir. Sonuç: Bulgular, araştırmacıların metodolojiye daha fazla önem vermesi ve aydınlatılmış onam sürecini iyileştirmesi gerektiğini göstermektedir. Bu eksikliklerin giderilmesiyle, klinik araştırmaların etik ve bilimsel standartlara uygun olarak yürütülmesi sağlanabilir. Objective: Clinical trials are an important tool for determining the efficacy and safety of medical treatments. They are scientific studies involving human volunteers and are conducted under the supervision of ethics committees. In recent years, many regulations and guidelines have been published to regulate clinical trials and set ethical standards for research. Methods: In this study, the applications made to the Ethics Committee for Non-drug Clinical Research of University of Health Sciences Turkey, İzmir Tepecik Education and Research Hospital were retrospectively analyzed. The general characteristics of the applications made to the Ethics Committee, approval and rejection rates, problems and criticisms frequently encountered during the review of the applications were evaluated and the data were analyzed using SPSS. Results: It was found that most of the files reviewed were approved, but were subject to significant criticism. During the 4 years studied, it was found that the number of files submitted to the ethics committee and the rate of approved files increased each year. It was noted that most of the applications were singlecenter studies, but the budget requests were low and the scientific basis of the investigators was inadequate. Conclusion: The findings suggest that investigators should pay more attention to methodology and improve the informed consent process. By addressing these deficiencies, clinical trials can be conducted according to ethical and scientific standards. |
14. | FIB-4 Index: Potential Predictor of Mortality in COVID-19 Patients Gülbin Aydoğdu Umaç, İzzet Ustaalioğlu doi: 10.4274/anatoljmed.2024.72692 Pages 207 - 211 (81 accesses) Amaç: Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) hastalarında fibrozis-4 (FIB-4) indeksinin mortalite açısından öngörücü değerini değerlendirmek. Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2021 ile Ocak 2022 arasında üçüncü basamak bir hastanede gerçek zamanlı-polimeraz zincir reaksiyonu ile COVID-19 tanısı konan 325 hasta dahil edildi. FIB-4 indeksi yaş, aspartat aminotransferaz, alanin aminotransferazve trombosit sayısı kullanarak hesaplandı. Demografik özellikler, klinik özellikler, komorbid durumlar ve sonuçlara ilişkin veriler analiz edildi. Bulgular: Hastalar hayatta kalanlar (%56,6, n=184) ve hayatta kalmayanlar (%43,4, n=151) olarak kategorize edildi. Medyan FIB-4 indeksi hayatta kalanlarda [4,02 (çeyrekler arası aralık (ÇAA) 2,48-8,62)], hayatta kalanlara [2,57 (ÇAA 1,69-3,95)] kıyasla anlamlı derecede yüksekti, p<0,001. ROC analizi, FIB-4 indeksinin mortalite için orta düzeyde bir tahmin doğruluğuna sahip olduğunu gösterdi (eğri altında kalan alan =0,693). FIB-4 indeks kesme noktası >3,80, duyarlılık (%53,90) ve özgüllük (%74,46) arasındaki en iyi dengeyi sağladı. Sonuç: FIB-4 indeksi, prognostik doğruluk açısından geleneksel karaciğer fonksiyon testlerini geride bırakarak, COVID-19 hastalarında mortalitenin güvenilir bir tahmincisi olarak hizmet vermektedir. Olumsuz sonuç riski daha yüksek olan hastaların erken tespiti için pratik bir araç sunar. Objective: To evaluate the predictive value of the fibrosis-4 (FIB-4) index for mortality among patients with Coronavirus disease-2019 (COVID-19). Methods: This retrospective study included 325 patients diagnosed with COVID-19 via reverse transcription-polymerase chain reaction at a tertiary care hospital from January 2021 to January 2022. We calculated the FIB-4 index using age, aspartate aminotransferase, alanine aminotransferase, and platelet count. Data on demographics, clinical characteristics, comorbid conditions, and outcomes were analyzed. Results: Patients were categorized into survivors (56.6%, n=184) and non-survivors (43.4%, n=151). The median FIB-4 index was significantly higher in non-survivors [4.02 interquartile range (IQR) 2.48-8.62)] than in survivors [2.57 (IQR 1.69-3.95)], p<0.001. ROC analysis showed that the FIB-4 index had a moderate predictive accuracy for mortality (area under the curve =0.693). A FIB-4 index cut-off of >3.80 provided the best balance between sensitivity (53.90%) and specificity (74.46%). Conclusion: The FIB-4 index serves as a reliable predictor of mortality in patients with COVID-19, surpassing traditional liver function tests in prognostic accuracy. It offers a practical tool for the early identification of patients at higher risk of adverse outcomes. |
15. | Identification of Corin and Procalcitonin in Endometrial Flushing Fluid Between Women with Polycystic Ovary Syndrome, Endometrioma, Unexplained Subfertility, and Fertile Healthy Women Zeynep Şeyhanlı, Mustafa Demir, Fulya Oğuz Türkyılmaz, Gülcan Sağlam, Bülent Yılmaz, Sefa Kelekçi, Serpil Aydoğmuş doi: 10.4274/anatoljmed.2024.36855 Pages 212 - 218 (83 accesses) Amaç: Endometrial reseptivite, başarılı implantasyonun sağlanmasında kritik bir faktördür; ancak bu sürecin altında yatan kesin moleküler mekanizmaları belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışma, açıklanamayan infertilitesi, polikistik over sendromu (PKOS), endometrioma ve fertil sağlıklı kadınlarda endometrial reseptivite ile ilişkili olarak endometrial yıkama sıvısındaki corin ve prokalsitonin düzeylerini değerlendirmeyi ve karşılaştırmayı amaçlamıştır. Yöntem: Ocak 2013 ile Haziran 2015 tarihleri arasında 20-40 yaş arası kadınlardan oluşan bir kohorta çalışma yapıldı. Çalışma grubu açıklanamayan subfertilite tanısı alan 20 kadın, PKOS tanısı alan 20 kadın ve endometrioma tanısı alan 20 kadından oluşuyordu. Ayrıca 20 sağlıklı fertil kadından oluşan bir kontrol grubu da dahil edildi. İmplantasyon penceresi sırasında tüm hastaların endometrial yıkama sıvısında corin ve prokalsitonin seviyeleri değerlendirildi ve gruplar arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Corin düzeyleri (ng/mL) PKOS, açıklanamayan subfertilite, endometrioma ve kontrol gruplarında sırasıyla 0,45, 0,54, 0,46 ve 0,49 idi (p=0,341). PKOS, açıklanamayan subfertilite, endometrioma ve kontrol gruplarında ortalama prokalsitonin düzeyleri (pg/mL) 76,79, 112,21, 75,57 ve 90,41 olarak belirlendi (p=0,098). PKOS ve endometriozis gruplarında corin ve prokalsitonin düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu görüldü. Ancak bu fark istatistiksel anlamlı düzeyde değildi. Sonuç: Endometrial reseptivitenin, moleküler ve biyokimyasal yönlerini anlamak, tanı ve tedavi için değerli bilgiler sağlayabilir. Altta yatan mekanizmaları aydınlatmak ve corin ile prokalsitoninin endometrial reseptivite açısından klinik ilişkisini belirlemek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Objective: Endometrial receptivity is a critical factor in achieving successful implantation; however, the precise molecular mechanisms underlying this process remain unclear. This study aimed to assess and compare the levels of corin and procalcitonin in the endometrial flushing fluid among women with unexplained infertility, polycystic ovary syndrome (PCOS), endometrioma, and fertile healthy women in relation to endometrial receptivity. Methods: A study was undertaken on a cohort of women aged 20 to 40 from January 2013 to June 2015. The study cohort comprised 20 women diagnosed with unexplained subfertility, 20 women diagnosed with PCOS, and 20 women diagnosed with endometrioma. Additionally, a control group of 20 healthy fertile women was included. Corin and procalcitonin levels were assessed in endometrial flushing fluid from all patients during the implantation window, and compared between the different groups. Results: Mean levels of corin (ng/mL) were 0.45, 0.54, 0.46, and 0.49 for PCOS, unexplained subfertility, endometrioma, and control groups, respectively (p=0.341). Mean levels of Procalcitonin (pg/mL) were 76.79, 112.21, 75.57, and 90.41 for PCOS, unexplained subfertility, endometrioma, and control groups (p=0.098). The corin and procalcitonin levels were seen to be lower in the PCOS and endometriosis groups in comparison to the control group. Nevertheless, this difference did not achieve statistical significance. Conclusion: Understanding the molecular and biochemical aspects of endometrial receptivity can provide valuable insights for diagnosis and treatment. Further research is needed to elucidate the underlying mechanisms and establish the clinical relevance of corin and procalcitonin for endometrial receptivity. |
16. | Exploring the Effect of Aspirin on Preeclampsia Clinic: Does It Make Any Difference Even If It Does Not Prevent the Disease? Hazal Sağkol Karaduman, Lütfiye Uygur, Oya Demirci doi: 10.4274/anatoljmed.2024.75046 Pages 219 - 226 (80 accesses) Amaç: Hastalığı önlemese bile preeklampsinin maternal ve fetal olumsuz sonuçlarını hafifletmede aspirin profilaksisinin bir faydası olup olmadığının araştırılmasıdır. Preeklampsi, anne ve bebek için yaşam boyu sonuçları olan, gebeliğin en önemli komplikasyonlarından biridir. Aspirin, erken preeklampsiyi önlemede etkisi kanıtlanmış bir yöntem olarak klinik uygulamaya girmiştir. Ancak hastalığın önlenmesini garanti etmez. Bu çalışmada aspirinin hastalığı önleyemediği olgularda bile hastalığın maternal ve fetal kliniği iyileştirmede faydalı etkisinin olup olmadığı araştırılmıştır. Yöntem: Bu, üçüncü basamak bir merkezdeki 541 preeklamptik hastayı içeren retrospektif bir çalışmadır. Hastalar gebelikte aspirin profilaksisi alanlar (çalışma grubu) ve almayanlar (kontrol grubu) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Gruplar arasında annenin klinik parametreleri ve preeklampsinin komplikasyonları ile fetal/neonatal sonuçlar karşılaştırıldı. Bulgular: Ciddi özellikler gösteren preeklampsiyi düşündüren klinik parametrelerde anlamlı farklılık saptanmadı. HELLP sendromu çalışma grubunda anlamlı olarak daha yüksekti. Eklampsi, böbrek yetmezliği, akciğer ödemi, yaygın damar içi pıhtılaşma, plasenta dekolmanı, kan ürünleri transfüzyonu gibi maternal komplikasyonlar gruplar arasında farklılık göstermedi. Çalışma grubunda neonatal sonuçlar anlamlı derecede daha kötüydü. Sonuç: Bu çalışmada, preeklampsi gelişmiş olan hastalarda hastalığın aspirin profilaksisi altında gelişmiş olmasının maternal, fetal, neonatal sonuçları iyileştirdiği bulunamamıştır. Ancak maternal bazal risk profilindeki, ko-morbiditelerdeki dengesizlik sonuçları önemli ölçüde etkilemiştir. Gelecekte eşit risk profiline sahip gruplarla geniş örneklem sayılı çalışmalar yapılmalıdır. Objective: To find out whether there is a benefit in aspirin prophylaxis for alleviating the adverse outcomes of preeclampsia even if it would not prevent the disease. Preeclampsia is one of the major complications of pregnancy, which has life-long consequences for the mother and the baby. For the past few decades, aspirin prophylaxis has taken attention as a prevention method. However, it does not ensure the prevention of the disease. This study investigated whether aspirin still has a beneficial effect in easing the clinic even if it does not prevent the disease. Methods: This retrospective study includes 541 preeclamptic patients in a tertiary center. The patients were allocated into two groups: Those who took aspirin prophylaxis during pregnancy (study group) and those who didn’t (control group). Maternal clinical parameters, complications of preeclampsia, and fetal/neonatal outcomes were compared between the groups. Results: No significant difference was found in clinical parameters suggesting preeclampsia with severe features. HELLP syndrome was significantly higher in the study group. Maternal complications like eclampsia, renal failure, pulmonary edema, disseminated intravascular coagulation, abruptio placenta, and transfusion of blood products didn’t differ between the groups. Neonatal outcomes were significantly worse in the study group. Conclusion: In this study, aspirin was not found to improve maternal and neonatal outcomes in an already established preeclampsia clinic. However, the imbalance in maternal baseline risk profile remarkably affected the results. Future studies with larger sample sizes and groups with comparable risk profiles should be conducted. |
CASE REPORT | |
17. | Liver Transplantation in Crigler-Najjar Syndrome Mirjalal Kazimi, Kamran Beydullayev, Kanan Asadov, Zarifa Yusifli, Mehdi Aliyev, Madina Abdullayeva, Elnur Farajov, Aghakishi Yahyayev, Shahnaz Jafarova, Saida Shindiyeva, Aynur Pashayeva, Shabnam Gadimaliyeva, Haji Rasulzada, Safa Vatansever doi: 10.4274/anatoljmed.2024.77785 Pages 227 - 230 (85 accesses) Crigler-Najjar sendromu, unkonjüge hiperbilirubinemiye neden olan nadir, kalıtsal bir hastalıktır. Karaciğer nakli, Crigler-Najjar sendromu için kesin tedavi sağlayan bir seçenektir. Bu olgu sunumunda Crigler-Najjar sendromu nedeniyle karaciğer nakli yapılan iki hasta sunuldu. Gilbert sendromu olarak yanlış teşhis konulan ilk hasta 15 yaşında bir erkekti. Var olan konuşma ve yürüme bozukluğu karaciğer nakli sonrası kısmi olarak düzeldi. İkinci hasta 22 yaşında erkekti. Hastalığın hafif bir klinik formuna sahip olmasına rağmen, karaciğer fibrozisi gelişmişti. Karaciğer nakli her iki hastaya da önemli bir morbidite olmaksızın başarıyla uygulandı. Crigler-Najjar syndrome is a rare, inherited disease that causes unconjugated hyperbilirubinemia. Liver transplantation is a definitive treatment option for Crigler-Najjar syndrome. Two patients with Crigler-Najjar syndrome who received liver transplantation are presented in this case report. The first patient who was misdiagnosed with Gilbert’s syndrome was a 15-year-old male. He had speech and gait disturbances that partially recovered after liver transplantation. The second patient was a 22-year-old male. He developed liver fibrosis although he had a mild clinical form of the disease. Liver transplantation was successfully performed for both of these patients without significant morbidity. |
18. | A Rare Presentation of Anthrax: Preseptal Cellulitis Ayça Kömürlüoğlu Tan, Ahu Kara Aksay, Ayşe Vural Özeç doi: 10.4274/anatoljmed.2024.25733 Pages 231 - 235 (110 accesses) Şarbon, Bacillus anthracis’in neden olduğu nadir görülen zoonotik bir enfeksiyon hastalığıdır. Olguların çoğunu deri şarbonu oluşturur ve açıkta kalan deri bölgelerinde (kollar, parmaklar, vb.) meydana gelir. Burada periorbital kutanöz şarbon enfeksiyonu olan bir olguyu sunuyoruz. Sekiz yaşında kız hasta, sol üst göz kapağında nekrotik siyah lezyon ve göz çevresinde şişlik şikayetiyle hastanemize başvurdu. Ölü bir inekle temas öyküsü mevcuttu. Babasının ve erkek kardeşinin de ön kollarında nekrotik ülseratif lezyonlar vardı. Lezyondan alınan sürüntüde Gram-pozitif çomaklar tespit edildi. Babasının lezyonundan alınan sürüntü kültüründe de Bacillus anthracis üremesi oldu. “Şarbon” tanısı konan hastaya 10 gün boyunca intravenöz penisilin-G ve topikal oksitetrasiklin tedavisi uygulandı. Fonksiyonel sekel kalmadan iyileşti. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde hekimler ülseratif ve nekrotizan preseptal ve orbital enfeksiyonların ayırıcı tanısında kutanöz şarbonu da göz önünde bulundurmalıdır. Anthrax is a rare zoonotic infectious disease caused by Bacillus anthracis. Cutaneous anthrax constitutes most of the cases and occurs in exposed skin areas (arms,fingers,etc.). Here we report a case of periorbital cutaneous anthrax infection. An 8-year-old girl presented to our hospital with a necrotic black lesion on the upper left eyelid and swelling around the eye. She had a history of contact with a dead cow. Her father and brother also had necrotic ulcerative lesions on their forearms. Gram-positive rods were detected in the swab Gram strain taken from her lesion. In addition, Bacillus anthracis growth in swab culture taken from her father’s lesion. She was diagnosed as “Anthrax” and treated with intravenous penicillin-G and topical oxytetracycline for 10 days. She recovered without functional sequelae. Physicians should consider cutaneous anthrax in the differential diagnosis of ulcerative and necrotizing preseptal and orbital infections, particularly in underdeveloped and developing countries. |